Çok yadırgamıştı babasını, ölmüş dedesine yıllar sonra yazdığı iki sayfalık mektubu onlara gösterdiğinde. Babası o mektubu, yine alkollü olduğu gecelerden birinde onlara okumuştu da. Henüz ilk gençlik yıllarıydı, belki on dört, belki de on beş yaşındaydı. Şimdi kırk beşine yaklaşırken o mektupta neler yazılı olduğunu bir türlü hatırlayamadı. Babası okumaya başladığında ona sadece acıyan gözlerle bakarken ve dahi ondan belli belirsiz bir tiksinti de duyarken acaba babası kendi içinde neler yaşıyordu? Dedesini zamanında çok da sevmediğini ve bunu her fırsatta belli de eden babası şimdi ne de masum bir pozisyondaydı. Mektubu okuduktan sonra katlamış ve el çantasının o gizli kısmına tekrar özenle yerleştirirken babasının yüzüne dikkatle bakmış ve şu an bile hatırladığı o hüzünlü bakışları yüreğine kazımıştı. Şimdi aynaya baktığında gördüğü bakıştı bu bakışlar. Acaba tekerrür eden bir tarih miydi yaşananlar?
Babası yıllarca el çantasında hep yanında taşımıştı o mektubu. Arada çıkarıp okur muydu bilinmez ama varlığından her zaman herkes haberdardı. Ama bir gün o mektup kayboldu. Acaba babası mektubun yokluğunu fark etmiş miydi? Acımış mıydı içi? Hatta yıllar yıllar evvel de babasından kalma tek hatırası olan kol saatini araba kullandığı bir anda camdan yola düşürmüş ve bir şekilde arabasını kenara çekmeyi başarsa da geri gidip saati yolun ortasından almaya kalktığı anda bir kamyonun, kendi babasından kalan yegâne hatırasının üzerinden geçtiğini anlattığında da içi paramparça olmuş muydu? Ya bunu tekrar tekrar anlatmasında da aynı ciğer acısı mı vardı?
Aslında mektup ortadan öylece kaybolmamıştı tabii ki de. Babasının daha başka başka nice saçmalıklarından da bıkıp usanan annesi yapmıştı bunu. Alkollü geldiği ve çakmak çakılsa havaya uçacağı düşünülen bir gece olmuştu bu yok oluş. Babası her zamanki gibi eve geç gelmiş, biraz bağırmış, kırılmayan birkaç eşyayı da kırmış ve balkonda yemek masasında mezelerin arasında bulduğu bir boşluğa, artık dik tutamadığı kafasını koyarak derin bir sarhoşluğa dalmıştı. İşte tam da o gece, yıllardır anlatılan mektubun son gecesiydi. Annesi önce babasının hizmetini her zamanki gibi yerine getirmiş ve geri çekilip beklemeye başlamıştı. Babası kalan iradesinin kırıntılarıyla son mezelerini de yudumlarına katarken az sonra başının düşeceğini bilen annesi çoktan içeriye girmiş ve el çantasındaki gizli bölümü açarak mektubu almıştı.
Annesi evin arka bahçesine bakan diğer balkona çıktı. Önce elinde tuttuğu mektuba sonra da onu tutuşturacağı kibrite bir müddet baktı. Ama fikri değişmedi. Artık yeterdi ve daha da düşünmeden ani bir hareketle kibriti tutuşturduğunda içinde anlamsız bir zaferin sevincini yaşamıştı.
…
Şimdi kendisi de kırklı yaşlarını devirirken aynı şeyi düşünüyordu. Ben de yazmalıyım dedi içinden. Ben de yazmalıyım! Çünkü içindeki acı, dolan ciğerlerinden artık taşıyordu. Yıllardır aynaya her baktığında bitip tükenmez sorgulamaları hayatını yaşanmaz kılarken artık aynalara da hacet yoktu, kendi iç sesini duyduğu her an bu hesaplaşmalar tüm dünyasını sulara gark ediyordu. Nereye baksa, gözyaşları içinde boğulan dünyayı görüyordu. Birilerinin, hele hele yakınlarından birinin ona “Nasılsın?” demesi yeterliydi bir saniyede taa yüreğinin en derinliklerindeki acısını gözlerinden boşaltmasına. Nereye kaçsa, nereye gitse hep kalbine dönüyordu. İpleri hep de aynı noktaya bağlı sonsuz bir savrulmayı yaşıyordu.
İşte, mektup yazma zamanının geldiğini düşünmesine sebep olan da bu olmuştu. Ama bu mektubu sevdiği birine yazacaktı. Hayatta sevdiği ilk insana ve sevdikleri içinde kaybettiği ilk insana, annesine yazacaktı. Annesini kaybedeli iki ayı bulsa da kendini kaybedeli kaç zaman geçmişti, bilmiyordu. Sahi, aradan geçen iki ay içinde acaba kaç yıl geçmişti? Kırk beşten sonra kırk altı mı geliyordu yoksa elli mi? Ve artık kabristanların önünden her geçişinde mezar taşlarında gördüğü tek şey, kendi adı ve doğum tarihi oluyordu, eksik olan sadece ölüm tarihi idi. Son iki aydır her kime baksa sadece, bu da ölecek, bu da, bu da… diye düşünüyordu. Kendisini zaten hiç hesaba katmıyordu; çünkü yerini çoktan bulmuştu. O da annesinin hemen yanında yatmak istiyordu.
Kalemi eline aldı, duygularına belki de tercüman olur düşüncesiyle bir müzik olsun istedi. Aklına annesinden kalma bir plağın varlığı geldi. Gitti, karıştırdı kaldırdığı eşyaları ve buldu aradığını. Plağı bulduğunda sanki bir dostunun elini tuşmuşçasına huzur duydu. Salona geçti, yaktığı tütsünün odaya doldurduğu hafif bir koku vardı. Plak dönmeye başlamıştı. Çayını yudumlarken bilgisayarını açtı fakat klavyedeki harfleri pek seçemiyordu. Onlar da diğer her şey gibi sular içinde yüzüyordu. Peçete kutusuna uzantı. O sırada bir gölge geçti yanından. Önce umursamadı, zaten son haftalarda sular içinde yüzen her şey hareket ediyordu. Yine böyle olduğunu yorumladı ve aldığı peçeteyle gözyaşlarını sildi.
Önce yazacağı ilk cümleyi düşündü. Nasıl başlamalıydı mektuba, ne demeliydi? Acaba yazacağı bu mektup sadece kalbine mi inecekti yoksa bilinmez bir âleme kadar uzanan satırları olacak mıydı? Kim bilir belki de aradığı huzur az sonra yazacağı bu satırların arasında onu bekliyordu, bunu yazmadan bilemezdi. Ve yazmak için boş bir dosya açtı.
Daha ilk kelimeyi yazacaktı ki birden elektriklerde bir dalgalanma oldu. Hay Allah, elektrik kesildi! derken voltajlar tekrar dengesini buldu. Işıklar gelmiş ancak bilgisayarı kapanmıştı. Lambalarda sıkıntı yoktu, diğer aletler de gecenin bu saatinde kapalı olduğundan hiçbirinin zarar görmeyeceğini düşünerek yerinden kalkmadı bile. Bilgisayarının tekrardan açılmasını bekliyordu. Çayının bitmiş olmasına şaşırdı, hangi ara içmişti, yoksa içmemiş miydi? Zihni, az önce dalgalanan elektrik gibi bir an için gitti geldi. Ayağa kalktı ama kendini fark ettiğinde ne kadar süre ayakta beklediğini anımsayamadı. Elindeki bardağın soğukluğundan içi ürperdi. Mutfağa koşar adım attı kendini. Nedensiz bir titreme gelmişti hüzünle hemhal olmuş bedenine. Elindeki fincanı mutfak masasına bıraktı, daha az önce tamamen doldurduğu çaydanlıkta su kalmamış olmasına bile tepki veremedi. Ocağı kapatıp kendini sandalyeye bıraktı.
…
Seni çok özledim!
İçeride çalan müzikti bu. Plak dönerken, yüreğini de döndürüyordu. Aklı karışıyor, gözleri bulanıyor, kulakları sessizliği duyabiliyordu. Sessizlik, bir orkestra ahengiyle farklı tonlarda sesler çıkartmaya başladı. Önce bir ıslık çalıyor sandı ama sonra bunun bir fısıltı sesi olduğuna hükmetti. Bu ses annesinin bu âlemden sonsuzluğa gittiği gün kulaklarına yerleşen ve her sessizlikte ona seslenen o tınıdan farklıydı. Bu ses içinde çok daha farklı bir şeyler vardı.
Sandalyesinin salladığını önce fark edemedi, anladığında ise başının döndüğünü düşündü. Masadan zemine düşen bir bardağın kırılması ile kısmen bir irkilme hissetti. Ev sallanıyordu. Ama artık depremden korkacak bir tarafı da yoktu. Sarsıntının geçmesini bekledi. Karşı dairelerden komşularının dışarıya fırlamalarını bekliyordu; çünkü bu tür durumlarda ilk onlar koşarak binadan çıkarlardı. Fakat beklediği olmadı. Ne karşı daireden ne de binadan hiç kimse kendini dışarı atmamıştı. Sanki fay hattı sadece onun mutfağından geçiyordu. Bunu da önemsemedi. Doldurmadığı fincanını eline tekrardan alarak salona döndü.
Açmadığı pencere, tütsü dumanının odayı tamamen doldurmasına sebep olmuştu. Sisler içinde buldu kendini. Boş fincanını dudaklarına götürdüğünde aklında yine bir dalgalanma hissetti. Kendini koltuğa salıverdi.
…
Bu sefer kendini fark ettiğinde plağın takılan kısmındaki cızırtıyı duyuyordu. Fincanı doluydu, üstelik dumanından sıcaklığı da görülüyordu. Rüya ile gerçeği karıştırmaya mı başlamıştı, yoksa rüyada mıydı, ayırt edemiyordu. Gözü bilgisayarına takıldı. Bir tuhaflık olduğunu hissetti. Daha önce görmediği bir klasör vardı masaüstünde. İşte buna şaşılırdı! Ne tuhaf şey, bilgisayarımı kim karıştırdı? diye konuştu. İçinden değil de yüksek sesle konuştuğunu fark etmedi ama bir cevap duydu. Duyduğunu sandı, yine o ıslık sesi geliyordu.
Seni çok özledim!
Bu sefer sesi çok net duyduğunu fark etti. Ayağa kalktı bilgisayarının klavyesini alıp tekrar koltuğuna oturdu. Ama gözünü ekrandaki yeni klasörden ayıramıyordu. Acaba kim açtı bu klasörü ve benim bilgisayarımda kim ne sakladı? diye düşünmeye başladı. Az önceki titreme nöbetinin tekrar geleceğini hisseder hissetmez klavyeyi yere bıraktı, koltuğa öylece uzandı. Yanından bir esinti geçti. Tüyleri ürperdi. Ama kapadığı gözlerini açmak dahi istemiyordu. Uykuda mıydı yoksa uyanık mıydı, bunları düşünürken teninle bir sıcaklık hissetti. Gözlerinden boşalan acısı, yanaklarını yakıyordu. Dudakları titremeye başladı.
Bir el yanaklarını siliyor, her dokunuşunda da acılarını söküp alıyor gibiydi. Gözlerini açarsa bu büyülü anın bozulacağından emindi. Bu yüzden açamadı gözlerini, sadece hissetmek istedi. Bu eli tanıyordu; onu her zaman tüm şefkatiyle okşayan ellere aitti bu dokunuşlar. Hem ağlıyor hem de bundan haz alıyordu. Yazamadığı mektubunda bulmayı umduğu huzuru galiba bulmuştu.
Her yerin ve her şeyin tekrardan bir sarsıntı ile titrediği an onun da kalbi titremeye başlamıştı. Yanaklarındaki elin göğsüne doğru kaydığını hissetti. O elleri tutmak ve onlara sımsıkı sarılma arzusu duyduğunda artık gözlerini daha fazla kapalı tutamayacağına karar verdi.
Gözlerini açtı, sarsıntı durdu, koltuktan bir eli aşağıya düşerken gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarından ızdırap ve özlem kokan bir damla gözyaşı ağır ağır süzülüyordu.
Terme - 2023